Yeni Modernlik ve İslamlaşma (5) |
Hakikatin Ortaya Çıkması “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” Namık Kemal Bu hususta birkaç önemli mesele vardır. a-Fikir olacak ve bu fikrin sahibi ve temsilcisi olacak. b-Bu fikir sahipleri, konuyla ilgili başka fikirlerin varlığına inanacaklar, onu da kabul edecekler. c-Bu fikirlerini, düşüncelerini hangi konuda olursa olsun, zıt fikirlerle, düşüncelerle, anlayışlarla test edebilme cesaretini gösterecekler. d-Kani oldukları fikirlerin mutlak hakikat olmadığına da inanacaklar. e-Hakikat peşinde olacaklar. Kendi fikirlerini karşı tarafa dayatmayacaklar. Meselenin ana mihverini, ‘gerçeğin peşinden koşmak, gerçeği aramak, ön kabullerden kaçınmak’ olarak tarif etmek imkân dâhilindedir.
Müslüman olarak söz konusu edilen hakikat; bizim aklî, tecrübî, bilgi alanımıza bırakılan konulardadır. Sübutu ve delâleti kesin nasslarda bu hüküm geçerli değildir. Ancak o nassların uygulama biçimi dahi bazen bizim söz söyleme alanına bırakılmıştır, bu da göz ardı edilmemelidir. Bu gerçeklerden korkanlar, insanlara bırakılan alanları daraltarak bazı nasslara sığınarak kaçamak yollarına başvuruyorlar. *** Bir konuda birbirinden ayrı, hatta birbirine aykırı görüşler olabilir. Bir görüşün sahipleri veya destekçileri, hele iktidara veya güce de sahipseler, kendi görüşlerine uymayan görüşleri ve sahiplerini görmezden gelme, bastırma ve susturma, hatta yok etme yoluna gidebilirler. Oysa bu durumda yapılması gereken iş, farklı görüşleri yüzleştirmek, yüzleştirmekten de öte “müsâdeme”ye sokmak, yani “çatıştırmak”tır, “birbirine çarpmak”. Çünkü gerçeğin ne olduğu, ancak bu ayrı görüşlerin birbirleriyle girdikleri ölçüşme, tartışma, çatışma ile ortaya çıkabilecektir. Çarpışan iki cisim ne kadar sert ve kavi ise, çarpışmalarından o denli bir kıvılcım çıkar. Fikirler de ne denli keskin ise o denli çatışmalar sert olur. Sert tartışma sonucu varılan mutabakat, hakikate daha yakın olur. Evvela orta yerde bir fikir olacak, bir düşünce olacak, bu düşüncenin dayanakları olacak, usulü ve adabı olacak, bunlar olmadan fikirlerin çatışması söz konusu değildir. Fikir sahibi olmakla başkasının fikrini kendi fikriymiş gibi sunmak arasındaki ince çizgiye de dikkat etmek gerekir. Kendi fikri olmayan veya savunduğu fikrin dayanaklarını bilmeyenler, fikrî konularda çatışmaya, yüzleşmeye gelemezler, böyleleri sadece savunur veya karşı çıkar, çünkü bu tür insanların zihninde geliştirme, test etme yoktur. Ya inanacaksın veya inkâr edeceksin, onun için böylelerin dünyasındaki her şey ya tümüyle kabul edilir veya tümüyle reddedilir. Bir fikrin temsilciliğini yapabilmek için, ya fikir kendisinin olacak veya savunduklarının dayanaklarını detaylı biliyor olacak. Bunlar olmadan fikir sahibi olmak…. Buna aktarmacılık demek daha uygundur. Bir kitap okumak veya bir sohbet dinlemekle bu tür fikir(!) sahiplerini dinlemek arasında bir fark yoktur. Başkasının gayretini çabasını anlayabilmek, çaba sarf etmekle olur. Bir fikrin oluşumunda nasıl bir yol izlendiğini bilen ancak başka fikirlerin değerini bilebilir. Hayatında kendine ait bir cümlesi olmayanın, fikir sahibi kesilmesi meseleyi açmaza sokar. Fikir sahibi ve ya fikrin dayanaklarına vakıf olan, zıt fikirlerle kendini test etmeyi sever, çünkü test etme zaaflarını fark etme demektir. Zaaf taşımıyorum iddiasıyla yola çıkanlar, kendilerine göre bir alan açarlar ve o alanda fikirler üretirler. Alanın dışına çıkmayı kayma, sapma olarak anlarlar. Hakikat arayıcıları ve bulucuları, hakikatin öyle çok kolay olamayacağını da bilirler. Onun için daima arayışlarını sürdürürler, insanoğlu bir kanaate varır oranın gerçek ve hakikat olduğunu sanır, lakin her zaman bu böyle olmayabilir. Fikir açısından ‘ben olgunlaştım, kemale erdim’ demek yok olmanın başlangıcıdır. Aslında insana bırakılan her konu böyledir, güzelin güzeli, mükemmelin mükemmeli her zaman vardır. Meselenin özüne dönersek; Said-i Nursî; “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur.” der. Her bir mezhep mensubu mezhebinin haklılığına ve İslam’ın anlaşılması ve yaşaması için bu yolun doğru olduğuna inanır, inanması de elzemdir. Böyle olmasa ona ittiba etmez. Burada bazı hususlara dikkat lazım gelir. A- Mezhebini iyi bilecek, dayanaklarını, usulünü anlayacak, hüküm çıkarma yolunu ve yöntemini bilecek. B- Mezhebi dinin anlaşılması için bir vasıta olduğunu da fark edebilecek. Mezhep dinin üstünde, üst bir şemsiye değildir, dinin içinde ve onun şemsiyesi altındadır. C-Diğer mezheplerin de haklı olduklarına inanacak. Her bir mezhebe mensup olanlar, aralarındaki ortak ve farklı taraflarını bilecekler. Ortak noktalarda ortak hareket edecekler, farklılaştıkları noktalarda ise birbirlerine anlayışlı davranacaklar. Yoksa mezhep- meşrep olmaz deyip kestirip atmak biraz ucuzculuktur. Dini anlama ve yaşama yöntemi olmadan din anlaşılmaz, yaşanamaz. Anlama ve yaşama biçimi orta yerde olacak. Herkes kendi mezhebine veya mezhepsizliğine (bu da ayrı bir mezheptir aslında) bağlı kalacak ve fakat hepsi İslam’ın kardeşlik şemsiyesi altında toplanacaklar. Böyle bir olgunluğa ulaşan toplumlarda ancak sükûnet ve istikrar sağlanabilir.
|