Reşit Paşa'dan Özal'a - VIII |
Hürriyet ve İtilaf Fırkası Umumi Ahval II. Meşrutiyet?ten sonra etnik, dini ve diğer sosyal sınıflarda bir hareketlenme görülür. Her etnik grup kendi milletinin adını kullanarak cemiyetleşmeye başlaması, dini cemaatlerin itikat ve anlayışlarını rahatça ifade ediyor olmaları, kadın, çocuk ve diğer meslek erbabının örgütlenmeye başlamaları toplumun o güne kadar süregelen düzeni adeta zir ü zeber olmuş, mevcut işleyiş işe yaramaz duruma düşmüştü. Halk İttihat ve Terakki'nin propagandasına kapılarak hürriyeti esas kabul edip yeni bir toplum düzenlenmesine koyulma eğilimini göstermişti. II. Meşrutiyet?ten önce toplumda İslâmların fazla da lehine olmayan oturmuş bir anane vardı, bu ananeye göre; toplumun sivil katmanlarında, devlet bürokrasisinde, ulema arasında, askeriyede, sanatta, zanaatta, hatta ticarette bile bir hiyerarşi vardı. Hiyerarşi ehli İslâm?ın aleyhine işliyordu. Müslümanların durumu genelde mütevazi idi. Tarihi seyir olarak bu hal ne zaman başladı, nasıl başladı bunlar şimdilik konumuz dışında. O zamanki sosyal hayata kısaca değinip geçeceğiz. Yabancıların ahvaliyle Müslümanların durumunu kısmen de olsa mukayese imkanı olur. Bu hususta hatıralar, konuyla doğrudan alakalı eserler mevcuttur. "Kasaba ve şehirde Avrupa mallarını satanlar, yani manifaturacı, beyaz camcı, hırdavatçı, kırtasiyeci ve diğer bütün esnaflık -başta Ermeniler olmak üzere- Yahudiler ve Rumların işiydi. Büyük ithalatçılığı da, Ermeni, Yahudi ve Rumlar yapıyordu. Sanatkarlar da büyük ölçüde onlardandı. Demircilik Ermenilerin, mandıracılık Yahudilerin, eczacılık Rumların ve Ermenilerin , hekimlik ve bilhassa dişçilik ve büyük şehirlerde berberlik, değirmencilik, kunduracılık, balıkçılık ve bankacılık dahi bu azınlıkların ellerinde idi. Hasılı nerede kolay ve bol para kazandırsa, orasını onlar tutmuşlardı." (Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf 17-18) Müslümanlardan da zengin olanların ilişki ve ticaretleri gene bu mutlu azınlıklarla oluyordu. "İstanbul Başdeftarlığı?nda bulunmuş olan büyükbabam Muhtar Efendi'den kalma Vani Köyü?ndeki yalımızda ben dünyayı ilk görüp anlamağa başladığım vakit, aile doktorumuzun adı Andoniki, eczacımızın ismi Petroki idi. Babamın sarrafı Artin'di. Bakkalımız Bodoski, terzimiz Karnik, kuyumcumuz Garbis, berberimiz Yani idi. Yalımızın önünden kayıkla geçen Tefeci Mişon, Gevrekçi Yanko, Yemişçi Vasil bize hergün mal satardı. Yalıda sandalcımız Dimitri idi, ayvazın adı İstipon idi. Biz, bu bir sürü yabancıların alışverişini çok tabii buluyorduk." (a.e.g. 20) Müslüman halk genelde ziraatçı, şehirdekiler ise, sarıklılar (ulema), kalem erbabı (memurlar), zabitler çoğunlukta idiler. Ticaret, sanayi, esnaflık zanaat, iyi kabul görmüyordu, horlanıyor, alelade insanların yaptığı iş olarak görülüyordu. O tür işlerle iştigal edenler hafife alınıyor ciddilikten uzak addediliyordu. Devlet kapısı geçer akçeydi. Hristiyanlarla Müslümanlar ayrı ayrı mahallelerde oturuyorlardı fakat Müslüman mahallesinin bakkalı , terzisi, kasabı gayr-i müslimlerden idi. Müslümanlar inançları gereği, cepheden cepheye at koşturur, Allah'ın Kelimesi yücelsin diye cenk meydanlarında destan yazma hayallerini kurar, hayatlarını o medeniyetin anlayışı doğrultusunda idame etmeye çalışırlardı. Cihat Müslümanların vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Ahirete yönelik bir dünya medeniyeti kurmayı esas gaye edinen bir İslâm cemaatinden, bir İslâm devleti mensubundan böyle bir hareketin sudur bulması fazla garipsenecek bir durum sayılmamalıdır. Belki bugünün insanına çok garip gelebilir, ama unutmamak lazım ki deni dünyayı deni insanlara bırakma fazlaca delilik olmamalıdır. Eğer Müslümanlar, dengeyi muhafaza edebileydiler, küçümsedikleri dünyayı, dünya işlerini de iş bölümü içerisinde yürütebilselerdi, sonuç farklı olabilirdi. Ama küçük gördükleri dünya onları kendine çekti ve onları yuttu. Savaşın dahi icaplarına uymadılar, gene dünyaya, para getiren şeylere bigane kalamazlardı. Düşmanın kendileri için açtıkları çukuru göremediler, tehlikenin boyutlarını kavrayamadılar. Neticede çok önemsedikleri cihadı da edemez duruma düştüler. Kim bilir, Akif'in o çok tenkid edilen garbın tekniğini alma arzusunun altında belki de bu inkırazın ruh hali yatıyordur. Gün geldi kılıç işe yaramaz oldu. Osmanlı konuşmak tenezülünde bulunmadığı o ehli küfre muhtaç oldu. Artık serhadlarda at koşturma bitmiş para, mal, el hüneri, biraz da dalavere işe yarıyordu. Osmanlı yönetmeyi ve savaşı da kaybedince kendini boşlukta hissetti. Her yapılan yenileştirme hareketi biraz daha Müslümanın haklarını elinden almaya başladı. Böylece ehl-i İslâm?ın eli kolu bağlanmış oldu.
Arayışlar Tabii bu böyle devam edemezdi bir çıkış yolu mutlaka vardı ve olmalıydı. Hemen alelacele çare aramaya koyuldu. Biraz da milleti hakime edasıyla tepeden arayışlar sonucu II. Meşrutiyet ilan edildi. Kanun-i Esasi bir sihirli değnek gibi herşeyi çözeceği zehabına kapılındı. Kanun-i Esasi kısa bir zamanda anlaşıldı ki hiç birşeyi çözemedi. Hürriyet, musavaat, uhuvet naraları birer narayı kazib, birer sahte parıltı olduğu senesi geçmeden anlaşılıverildi. Mezkur kavramlar sadece İttihat ve Terakki için geçerli idi, yani ancak İttihatçılar kardeş olabilir, ancak onlar arasında eşitlik kabul edilir, ancak onlar hürdür. Kısa zamanda suikastlar, aleni adam öldürmeler, insanları zorla susturmalar biribirini takip etti. Böylece vatan sathında İttihat'a karşı bir muhalefet başladı. Muhalifler de çare aramaya başladılar; çare ararken İttihat'ı esas alarak çözüm arayışına başladılar. Çünkü onlara göre tüm kötülüklerin anası İttihat idi. Türk siyasi hayatında bugünden itibaren bariz bir şekilde üç ana görüş belirlendi. a- Resmi görüş. Bunun temsilcisi İttihat ve Terakkidir. Tarihi seyir olarak CHP ve türevleri. b- İslâmcı Görüş. Bunun da temsilcisi İttihad-ı Muhammedi idi. Bugün ardılısı hemen hemen yok gibidir. c- Hürriyet ve İtilaf Fırkası. Bu görüş sahipleri liberallerdir. Konumuzu da bu teşkil etmektedir. Adem-i merkeziyet fikrini benimseyen, serbestinin her şeyi düzelteceğine inanan, etnik ve dini farklılığın ancak hür düşünce ve birinin diğerine galip olma veya hakim olma gibi düşüncelerin yok olmasıyla sağlanabileceğine inanan kişiler, zamanla bir araya gelerek birlikte hareket etmeye başladılar. Bu ana fikri kabul edenler de kendi aralarında farklılığa sahiptiler. Kimi daha Müslümanca düşünüyor, kimi daha hür fikirli vs. Hürriyet ve İtilafa ulaşmadan önce birçok fırka kuruldu ve neticede bu fırkada biraraya gelindi. Ahrar Fırkası, Mutedil Hürriyetperveran Fırkası, Osmanlı Demokrat Fırkası, Ahali Fırkası bunlardandır. Siyasi tarihte bu fırka mühim bir yere sahiptir. Modernleşmede, demokratikleşmede, çağdaşlaşmada, liberalleşmede, kapitalistleşmede, özelleştirmede, kafirlerle beraber yaşamada, bu anlayışın dine ters olmadığı anlayışında Hürriyet ve İtilafın etkisi vardır. Çünkü mezkur düşüncelerin pratize edilmesinde fırkanın rolü büyüktür.
Fırkanın Kuruluşu İttihat ve Terakki aleyhtarı meclis içi ve dışı muhaliflerin, net bir gaye olmadan biraraya gelerek kurdukları bir liberal partidir. Kuruluşunda bulunan bazı zevatın beyanları bunu açıkça ortaya koyar. Rıza Nur "Benim gayem, İttihatçı aleyhine ne kadar kuvvet varsa hepsini toplamak idi, daha aleyhe sevk edecek bir kuvvet, hatta karınca varsa onları da alıp birleştirmek idi.." (Hatırat I, 355) Gene aynı adam; "Meclisin haline baktım muhalefet pek çoğalmıştı. Toplansa İttihatçılara nisbetle ekseriyeti yapacaktı. Bunları toplayıp disiplinli bir kitle haline koymak lazım. Bu suretle iyi bir teşkilatla İttihatçıları kanunen yıkmak bile işten değil, hem de Araplar bir Arap Fırkası yapmak fikrindelerdi."(age.I 370) Görülüyor ki İtilafın hedefleri arasında Osmanlı?yı muhafaza etmek, ana unsur kabul ettikleri Türk?ü (İslâm?ın motor gücü varsayılarak) kayırmak ve millet-i hakimeliğinin devamlılığını güvence altına almak da vardır. Parti muhalefet esası üzerine bina edildiğinden "Hürriyet ve İtilaf Fırkası; Mutedil Hürriyetperveran ve Ahali Fırkalarıyla Bulgar, Rum, Ermeni milli fırkalarından, İttihat ve Terakki?den ayrılanlardan, yeni bir siyasi faaliyet gösteren ilmiyenin müderris ve medreseleriyle henüz hiçbir fırkaya intisap etmemiş olan askeri emeklilerden, kadro dışı bırakılan memurlar ile memuriyetten azledilmiş, kimselerden müteşekkil idi." (Ahmet Hilmi, Muhalefetin İflası, sh.35) "Sadık Bey ve taraftarları yani İslâmi siyaset yanlıları, Lütfi Fikri, Mahir Said , Rıza Nur, Rıza Tevfik Beyler gibi hür düşünenler, irticai fikirleri besleyen medreseli siyaset taraftarları, dinsizlikle meşhur bazı zevat, mutediller ve müfsitler ve bir de milliyetperverler bulunmakta idi." (Ahmet Hilmi, Muhalefetin İflası, sh.39) Hürriyet ve İtilaf kurucuları, hükümete verilen beyannamede idare meclisi azası olarak bildirilen isimler: Sadık Bey, Rıza Nur, Lütfi Fikri, Gümilcineli İsmail Bey, Şükrü el-Asi Bey, Basri Bey, Hamdi Efendi, Mahir Said, Rıza Tevfik, Mithat Fraşeri Bey, İsmail Sıdkı Bey, Hüseyin Siret Bey, Kemal Mithat Bey. Merkez idare heyetinde şu isimler bulunuyordu: Amasya mebusu İsmail Hakkı Paşa, Sıvas mebusu Dr. Nazaret Dağavaryan, Hama mebusu Abdülhamit Zehravi Efendi, Priştine mebusu Hasan ve Sadık Beyler, Müşir Fuad Paşa, Damat Ferit Paşa, Emekli Süleyman Paşa 21 Kasım 1911 kurulan parti, üç gün sonra Şehzadebaşı?ndaki binasında toplantı yapıp, reis ve vekillerini seçer. Buna göre; reisliğe Ferit Paşa, reis yardımcılığına Sadık Bey, veznedarlığa da Şam mebusu Şükrü el-Asi getirilir. Yeni bir soluk gibi algılanan parti bir hayli yankı uyandırır. Gerek matbuat, gerek dış dünya, gerek muhalefet ve gerek emekli askerler gereğinden fazla alaka gösterirler.
Hürriyet ve İtilafın Programı Bu husus iki ana başlık halinde sunulur Birinci kısım; programdır. İkinci kısım; iç nizamnamedir.
Program; Kuruluş Sebebi, Esas Maddeler, Devlet Yapısı, Umumi Maarif, Dış Siyaset, İç Siyaset, İktisadi Siyaset, Mali Siyaset, Vakıflar ve Cemaatler ana başlıklarından oluşur.
Gayesi; Madde 1: Hürriyet ve İtilaf Fırkasının esas ve maksad-ı teşekkülü her türlü kanuni vasıtalarla memaliki Osmaniye?de meşrutiyet-i hakikiyenin temini cereyanına, anasır-ı muhtelife-i Osmaniye arasında -her unsurun hayat-ı içtimaiye ve faaliyet-i tahliyesi mahfuz kalmak üzere - hakiki bir vahdet-i siyasiye tesisine ve vatan-ı Osmaniye?nin duçar olduğu mehalikin ve avamilinin izalesiyle Osmanlı saltanatının te-min-i atisine çalışmaktır. O tarihlerde Rumeli ve Adalar henüz Osmanlı?nın elindeydi, azınlıklara yeni haklar verilerek siyasi bütünlüğün sağlanacağı, aynı ülkenin insanları olarak birbirimize tahammül etmemiz gerektiği din, dil, mezhep farklılığın zararımıza olacağı umumi kanaat idi aydınlar arasında. Ne yazık ki ülke tehlike sınırına gelip dayandığında; din birliğinin dışındaki birliklerin pek işe yaramadığı görülecekti. Gerek Balkan Harbi?nde, gerek Birinci Cihan Harbi?nde Müslümanların dışında kalanların ülkeyi nasıl terk edeceği planları yapmaktan, ülke zararına nasıl düşmanla ittifak etmekten başka bir şey düşünmedikleri acı acı görülecektir. Bugünde sivil toplum adına bizi kafirlere kafir demekten alıkoymaya çalışanlar, herhalde öyle bir dar zamanda bazı acı gerçeklerle karşılaşacaklarını hesaplıyorlardır. İnanç esasına dayalı olmayan bir birlik neticede ırkçı, söven, coğrafyacı, cahili kırıntıları taşıyan hastalıklarla malûl olmaya mahkumdur. Sırf aynı vatanda yaşıyor olmak bizi birbirine bağlayan ana unsur olamaz, bizi bağlayan vahiydir, itikattır, anlayıştır. Maalesef H.İ.F. sayılan marazların hepsini bünyesinde taşımaktaydı. Fırka, müslim gayr-i müslim ayırımını yapmadan, Arap, Rum, Sırp, Bulgar, Ulah, Boşnak,Yahudi vs. azınlıklara ve etnik gruplara idari ve içtimai yeni haklar vaad ederek devlete bağlayacağına inanıyordu. Bu inanç sadece fırkanın değil tüm aydınların idi. Bunun sağlanması için de liberal bir siyaset gereğine parti inanıyor, ana hedef olarak ta bunu görüyordu. Fırkanın programını kaleme alan Ahmet Reşit Rey;"En felsefi manasıyla hürriyete vasıl olmak mesleğimize -herbiri kendine has bir hüviyet peyda etmiş olan- müteaddid akvamı Türkçeleştirmek hayal-i hamı yerine, muhtelif anasır arasında hakiki bir imtizaç ile daima bir vifak ve tesanüdün imkan dairesine getirerek memleketin huzur ve asayişi içinde refaha ve nimete visalini temin etmek olduğundan, doğacak olan fırkanın adına Hürriyet ve İtilaf dedik. "...ekaliyetin hukukunu temin edecek bir usul-ü intihabiye (seçim usulü) ittihaz edilecektir. Aynı zamanda hem hak, hem bir vazife-i vataniyedir" Görüldüğü gibi yegane mesele azınlıklar meselesidir. Müslüman olmayan ahaliyi nasıl olurda razı eder, imparatorluğa bağlılığının devamını sağlarız. Tabii gaye imparatorluğun bekası olunca; İslâmi anlayış ve dini hassasiyet ikinci planda kalır, ilişkiler daha yapay ve gayr-i samimi esaslara istinad eder, herkes içindekini değil başka bir lisan kullanır. İnsanlar birbirini idare etme yoluna giderler, kimin ne anlayışta olduğu da anlaşılmamış olur. Hatta biraz daha ileri gidilse yaşantı farklılıkları da ortadan kalkar, dinler arası önce diyalog sonra ittifaka kadar gidilir. Bugünkü İslâmı batılıların hoşuna gidecek şekilde yorumlamaya kalkışmanın altındaki saiklerden biri de bu anlayıştır denilebilir. Bu ruh hali H.İ.F.?nda fazlasıyla vardır. Ayrıca batı teknolojisi karşısında yenik düşmüş bir toplumun ezikliği de programa yansıyor. Madde 15: "..terakkiyat, medeniyenin memalik-i Osmaniye?ye teshil-i duhulü (kolay girişi) istihsal edilecektir. Bu ezilmiş ruhun Seyyid Kutub'a kadar devam ettiğine şahit oluyoruz. En karşı çıkanlar bile batı teknolojisine hayranlıklarını gizleyemiyorlar. Kur'an yorumlarını teknik gelişmeyi yanılmaz ve vazgeçilmez kabul ederek yapıyorlar. Diğer bir özelliği de ne pahasına olursa olsun Osmanlılığı muhafaza etmek düşüncesidir. Madde 16: "..anasır ve akvam-ı muhtelifenin menfaati hakikiyesinin yekdiğeriyle ve vahdet-i Osmaniye ile telifinde aranacaktır. Madde 17: "Millet-i Osmaniye?yi teşkil eden anasır ve edyan-ı muhtelife ashabından herbirinin vahdet-i Osmaniye?yi haleldar etmemek şartıyla dini, edebi, ilmi ve iktisadi mesai-i müştereke veya münferide sarf etmeleri.." Yeter ki Osmanlı baki kalsın, din dahi ikinci plandadır. Bir Müslüman için bu anlayış ne ifade eder acaba? İlk İslâmi anlayışa sahip olanlar böyle mi düşünüyorlardı ? Kur'an ve Sünnet böyle bir düşünceyi İslâmi kabul eder mi? Oğluyla cence tutuşan bir dinin mensupları buna İslâmi bir parti gözüyle bakabilirler mi? Bugün de ayni sakat İslâmi -ne kadar İslâmi ise- anlayışı savunanlar, kafirlerle kol kola muhabbet yürütenler acaba yarın ne diye tarihe geçecekler, onlar hakkında diğer Müslümanlar ne diyecek? Allah indindeki hesapları ne olacak? Fırka bütün bunları savunuyor olmasına karşın asla azınlıklara muhtariyet verme taraftarı değil. Bugün Kürt problemini kendilerine göre çözüm önerenlerin fikirleriyle H.İ. F.?ın fikirleri ayni, yalnız bir bariz fark var o da şu: O zaman azınlık; gayr-i müslimler kabul ediliyordu, bugün ise ırkçı temel üzerine oturtulmuş olan resmi T.C.?ye ve onun gizli savunucularına göre azınlık Türk olmayan unsur kabul ediliyor. Dün Osmanlı?nın vahdetini savunanlar, bugün Türk unsurun esas diğer ırkların tali kabul edildiği bir anlayışı savunuyorlar. Müslümanların bu illetten kurtulmalarının tek yolu topyekun Allah'ın ipine sarılmalarıdır. Aksi reçeteler bizi başka bir çıkmaza sürükler. Fırka azınlık haklarının verilmesi taraftarı, fakat hiçbir şekilde muhtariyete izin verilmeyeceğini de alenen belirtiyor. Ayrıca saltanatı ve Osmanlı idaresinin değiştirmeden devamını istiyor.
Maarifle ilgili maddeler; Madde 19: "Tahsil-i İbtidai mecburi ve meccanidir..." Madde 20: "Köy mekteplerinde ve ale'l-umumi mekatib-i ibtidaiyede tedrisat lisan-ı mahalli ile icra edilecektir." Madde 25: "Mekatıb-ı Umumiye programının esası yalnız memur yetiştirmek değil, nesl-i cedide mücadele-i hayata galebeye hazırlayacak ve teşebbüs-ü şahsiye müstaid edecek, terbiye ve marifeti ihzar eylemeye matuf ve binaenaleyh programları daha ziyade ameli olacaktır..." Madde 27: "Cemaat-i gayr-i müslimiye ait mektepler rüesayı ruhaniye canibinden serbesti ile idare olunacak, gerek bu mektepler ve gerekse mekatıb-i hususiye tarafından verilen sehadetnameler mezkur mekteplere muadil hükümet-i seniye mektepleri canibinden verilen şehadetnamelere muadil tutulacaktır..." Gayr-i müslimlerin eğitimi tamamen serbest fırkanın serbesti anlayışı oldukça geniş, Özal'ı bile aşan tarafları var. Demek Milleti kurtarmak, vatanı kurtarmak için gayret-i diniye ön plana çıkmamalıdır. Bugünkü liberallere ne de çok benziyorlar. Müslüman olmayan azınlıklar kendi okullarını kurmak ve geliştirmek hususunda serbesttirler, yeter ki ülke bütünlüğü bozulmasın, din diyanet bozulmuş fazlaca mühim değildir.
Dış Siyaset; Madde 30: "Siyaseti hariciyemizdeki matmah-ı nazar (bakış açısı, göz diktiği şey) hiçbir devlet ve milletin hukukuna taarruz ve memleketine tecavüz olunmayıp kendi mülkümüzün tamamiyeti dairesinde istikbalimizi temin ve istiklalimizi muhafazadan ibarettir." Ezilmiş sökülmeye başlamış, bir ruh halini yansıtır. Dişleri sökülmüş bir devletin, imkânları olmayan bir kadronun, direnebilme gücünü yitirmiş bir anlayışın hali. M. Kemal'in yurtta sulh, cihanda sulhuna açılan bir kapı. TC yöneticileri Osmanlı'nın en taklit edilmemesi gereken taraflarını nasıl da bulup güzel güzel formüle ederek, boyayarak piyasaya sürüyorlar. 1911 Osmanlı hangi güçle dış dünyaya saldırabiliyordu ki kimsenin ülkesinde gözümüz yok diyordu. Halbuki ne pahasına olursa olsun direneceğiz, emperyalistlerin ülkeye girişine izin vermeyeceğiz yollu açıklamalar hem kararlılığı gösterirdi hem de vakıaya uygun düşerdi. O zaman ki aydınlar İngiltere dostluğu olmadan ülke yönetemeyeceğini sanmışlardı. Ya bugünküler ABD, Almanya veya Japonya olmadan ayakta kalamayacağımızı sanıyor. Mehmet Kadri "Türkiye'ye bunca iyilikleri sebk olmuş olan İngiltere'nin muaveneti olmazsa yaşayamaz, ciddi hiçbir iş yapamaz." Amerikan yardımı olmadan yaşayamayacağımıza inanan TC'li zevat acaba neden bunların izinden gittiğini açıkça söylemiyorlar. Yıllarca kötüledikleri Osmanlı?yla ne farkları var. İngiltere yerine ABD'nin veya Almanya'nın geçirilmesi neyi değiştiriyor? İngilizcilik (sömürücülerden yana olma) yapan kim? TC zevatı mı? Müslümanlar mı? Kısacası fırka İngiltere'nin yardımından yanaydı ve öyle inanıyordu. Bu anlayış Kamil Paşa'nın desteklenmesine yol açtı.
İç Siyaset: Madde 31: "...Bazı vilayet-i Osmaniye'nin hususiyet-i kavanin-i muvakkate-i istisnaiye ile idaresi müstelzimdir..." İdarenin kolaylaştırılması için, büyük nahiyeler ihdas edilecek, nüfus iki ila on bin arası olacak. Böylece idare daha rahat olacak, imkânlar daha kolay ulaşacak..." Sebahattin Bey'in Adem-i Merkeziyet fikrinin tesirleri açıkça görülmektedir. T.C.?nin bugünkü, Güneydoğuda uyguladığı tehcir politikası, köyleri boşaltıp mezralar teşekkül ettirme anlayışıyla paralellik arzeder. Bugün, bu uygulamanın eğitim ve hizmet için kolaylık olsun diye yapılıyor iddiasında kimse bulunamaz. Hürriyet ve İtilaf için de ayni iddiada bulunmak için elimizde herhangi bir ipucu bulunmamaktadır. O zamanda asayiş ön planda idi, bugün de asayiş en birinci meseledir, dolayısıyla tedbirler de bu kargaşayı önlemeye matuftur, diyebiliriz. Madde 53: "Bütün memurların siyasi cereyanlar haricinde bulunması selamet-i vatan muktezası olduğundan asakir-i şahane, zabıta ve efradı gibi bilumum memurin-i mülkiye ve adliye ve zabıtanın fırka ve cemiyeti siyasiyeden birine intisap ile haiz olduğu nüfuzu hükümeti o fırka veya cemiyet lehinde istimal eylemelerinin bir kanun-u mahsus ile meni fırkaca mültezemdir" Ordunun siyasete bulaşmaması, orduya başka bir sınıf, başka bir ruh, başka bir anlayış, başka bir itikat, toplumdan koparma anlayışını getiriyor. Neticede ordu toplumun dışında, toplumun değişimine yabancı, toplumla beraber bir anlayış gösteremeyen ayrı bir güç olarak kalıyor. Bu güç belli mihrakların emeline hizmet etmede rahatlıkla kullanılabilinir. Halktan kopuk ve halka tepeden bakan kendini ülkenin gidişatının mihenk taşı kabul eden, tehlikeli gördükleri herşeyi yok edebilen bir kuvvet. Halbuki ordu toplumla iç içe olmalı, toplumun değişim sürecine ayak uydurmalıdır. Bu ayrışma hem Osmanlı?da hem TC'de olumlu olmayan nice badirelere vesile olmuştur.
Siyaset-i İktisadiye (55-60) Milletin refahının yükseltilmesi için çalışılacağı, fabrika tesisi, ziraat ve imar çalışmaları yapılacağı belirtilmiş, ama hangi vasıtalarla yapılacağı açıklanmamış, biraz genel bir değini olarak geçiştirilmiştir. Madde 56: "Ecnebi Sermaye'nin memlekete duhulü teshil (kolaylaştırma) olunmakla beraber ahali-i memleketin rekabet-i ecnebiyye altında mutazzarır olmamasını temin için esaslı bir siyaset-i iktisadiye ittihaz edilecektir" Müteşebbislere kredi verilmesi, arazi işletmesi vs. üzerinde durulmuştur.
Siyaset-i Maliye (61-63) Verginin hafifletilmesi, israfın azaltılması, dengeli bütçe hazırlanarak, keyfilikler ortadan kaldırılacak, herşey bir usule ve bir kanuna bağlanacaktır.
Vakıflar ve Cemaat (64-71) Madde 65: "Evkaf Nezareti evkaf müdüriyeti umumiyesi şeklinde vâz olunacak, ve meclis-i idaresi cemâât-i' İslâmiye tarafından bi?l-intisap tayin edilecektir." Fırka vakıfların ehl-i imanın elinde kalmasını istiyor halbuki Kanun-u Esasiye'nin III. Maddesi "Hayrat ve muberrata sarf olunmak üzere vasiyet edilen emvalin her kazada ve her milletin bir cemaati meclisi bulunacak ve bu meclisler tanzim edilecek nizamat-ı mâhsusası veçhile her milletin müntehâp mahalleri hükümetlerine ve vilayet meclis-i umumiyesini kendilerine merci bileceklerdir." bu maddenin değiştirilmesi fırkaca isteniyor. 71 maddelik fırkanın programı ana hatlarıyla bunlardır. Sebahattin Bey?in fikirleri çerçevesinde tanzim edilen program nasıl uyuldu, neler getirdi. Bunları ileride kısaca değineceğiz.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası İç Nizamnamesi; İç işleyişini belirleyen 46 maddelik bir nizamnameye malik fırka, üyelerinin hâllerinin düzgün olmalarına dikkât eder. Ayrıca birinci maddede gene fırkanın gayesini belirleyen giriş yapılmıştır. Madde 1: "Esasat-i meşrutiyeti takviye, beyne'l-anasır hakiki bir ahengi itilaf tesis etmek ve idare-i hükümete mülkün terakki ve ümranına müsait bir cerayan-ı salim yermek için Hürriyet ve İtilaf Fırkası namıyla siyasi bir fırka teşkil etmiştir." Her Osmanlı ferdinin fırkaya girme hakkına haiz olduğu kanuni çerçevede mücadele edileceğini, kötü davrananları tesbit edilenlerin fırkadan atılacağı, şube açma, şube ve merkez ilişkisi gibi detaylı bir iç işleyiş kayda bağlayan maddeler ihtiva eder. Kısa zamanda yurt sathına yayılan fırka, bir defa kongre yapabilmiş, 3 Haziran 1912 tarihinde yapılan bu kongrede faaliyet raporunu Lütfi Fikri Bey okumuş, katıldığı İstanbul kısmi seçimi bir galibiyet addedilmişti. Rum ve Ermenilerle yapılan antlaşmalar üzerine durulmuş, seçimlerde iktidarın baş vurduğu usulsüzlüğü gündeme getirmiş, batılılaşmanın partiye güç kattığı ayrıca belirtilmişti. Batıcılarla muhafazakarlar arasında sert tartışmaların olduğu kongreden sonra müneveranların partiden soğuduğu gözlenmiş. Sıhhi sebeplerle genel başkanlığı bırakan Ferit Paşa yerine Müşir Fuat Paşa getirilmiş. Kongreden bir hafta sonra idare heyeti iş bölümü yapmış ve Sadık Bey ikinci reisliğe, Gümülcineli İsmail ikinci reis vekilliğine Sivas mebusu Şükrü Efendi katipliğe getirilmiştir. Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra fırka ileri gelenlerinden bazıları yurt dışına kaçmış, bir kısmı Sinop'a sürülmüş ve fırka faaliyetsiz, pasif bir duruma düşmüştür. 4 Şubat 1920 tarihinde yayınladığı beyannameyle yeniden faaliyete geçtiğini duyurmuşsa da Mutedil Hürriyet ve İtilaf Fırkası adını alan grubun ayrılmasıyla parti "Mutedil" ve "Muhafazakar" diye ikiye bölündü. Türk Devleti'nin doğuşuyla da tamamen ortadan kalkmıştır.
İç Farklılık; Büyük bir ümit ve kurtarıcılık emeliyle fırkaya katılanlar zamanla şunu fark ettiler. Büyük bir alakaya mazhar olan fırka aslında zıt fikirler ve ihtiraslarla birbirinin dibini oyan Bizans oyunlarıyla layık olduğu yere oturamayacak. Tek kongresi yapılan fırkanın 120 kişinin iştirakiyle kongre reisliğine Mustafa Sabri Efendi'nin seçilmesi, Rum Meşrutiyet Kulübü ve Hınçaklar Cemiyeti elemanlarının katılması parti hakkında bir fikir verir. Kongreden sonra istifaların başlaması Ondokuz kişilik idare heyeti kısa zamanda ikiye bölündü. Kendilerine "tam Müslümanlar" diyen Sadık Bey, Gümülcineli İsmail, Şaban Ağa ve hocalar. İkinci grup birinci gruba göre dinsizler diye adlandırılan ve fakat kendilerine "Münevveran Takımı" diyen İsmail Hakkı Paşa, Lütfi Fikri, Rıza Tevfik, Rıza Nur, Hüseyin Siret, Mahir Said. Birbirlerine hakaret eden fırka müntesipleri meclisin feshinden sonra fırka büsbütün Sadık Bey takımının eline geçti. Uzun zaman denge unsuru olan Mustafa Sabri Efendi de bu takıma geçti. Neticede farklılıklar ortaya çıkmış oldu. Farklı eğilimleri bir çatı altında toplama ameliyesi sanıldığı gibi Özal'ın ilk defa bulduğu bir buluş değil. Ne yazık ki farklılıklar hemen su yüzüne çıktı ve ipler koptu. Bu anlayış siyasi tarihimiz boyunca zaman zaman sahneye konulmuş fakat sonra dağılmış. Özal'ın dört eğilimiyle fırkanın uygulanması aynı şeydir. Fırka bundan sonra bir varlık gösteremedi. Genel bir değerlendirme; Güçlü şahıslara, kendisini besleyen iyi bir ortama, iktidarın yanlışlarına, dünya dengelerinin lehlerine olmasına rağmen hiçbir varlık gösterememiştir. Ellerinde güçlü matbuat, Lütfi Fikri, Mustafa Sabri, Rıza Nur, Rıza Tevfik gibi yetenekli ve bilgili hatta ihtisas sahibi kişilerin olmasına rağmen acaba fırka neden başarısız olmuştur. Önce başarısızlığını ispatlamamız lazım mıdır? Bugünden bakılınca fazlaca bir izleri yoktur. İzden kasıt yaygınlık değil, etki ve İslâmi bakış açısıdır, kastımız. Ne yeni bir İslâmi anlayış getirebilmiştir, ne de dünya sistemine engel olabilen bir ruh verebilmiştir, ne de bize Müslüman olarak uyacağımız bir siret. Fırka seçimde, anlayış itibariyle kendine yabancı anlayışta olanlarla işbirliği yapmış, tek meziyeti İ.T. ye karşı olan cemiyet, şahıslarla iş tutmuştur. Seçimde; a) Ermenilerle ittifakları; Lütfi Fikri'nin tavasutuyla Hınçaklarla beraber hareket ettikleri H.İ.F. yayınları beyan etmiştir. b) Bulgarlarla ittifak; hem H.İ.F. hem de İ.T. teklifte bulunmuşlar, Bulgarlarda ikiye bölünmüş bir kısmı H.İ.F. desteklediği vakidir. c) Rumlarla ittifakları; fırkanın Rumlarla dirsek teması hiç kesilmemiş, her ne kadar yükümlülük almak istememişlerse de seçimde Rumlar, Hürriyet ve İtilaf Fırkası?nı desteklemişler. d) Sosyalistlerle ittifakları da bilinen bir husustur. Gerek seçimdeki bu yanlış uygulamaları, gerek Sadık Bey'in tek adam anlayışı, istişareye yer vermemeleri, gerek bir ekip olmamaları, gerek ne istedikleri net olarak belli olmaması Fırkayı olumsuzluğa itmiştir. Bundan daha önemlisi İslâmi bir anlayışla orta yere çıkan fırka Ermeni, Rum demeden herkesle birlik olmakta bir beis görmemiştir. Diktaya karşı olduğunu savunan fırka emekli askerlerden medet beklemiştir. Sadık Bey'i askerler iltifat eder ümidiyle başkan yapmışlardır. Neyi savundular ise tersini yapmak zorunda kaldılar. Dayanamadılar, direnemediler, anlaşamadılar. En kötüsü de Müslüman bir kitleyi küfre karşı yumuşattılar. Ülkenin selameti adına, diyalog adına, medenileşme adına, Kanun-i Esasi adına ehl-i İslâm?ın izzet-i nefsiyle oynadılar. İslâm dışı arayışlarla İslâm?a hizmet edebileceğine inanan herkes ve her anlayış neticede Hürriyet ve İtilaf Fırkası?nın düştüğü hataya düşer. Sonuçta hayal kırıklığına uğrar, sadece hayal kırıklığı değil Müslümanların güven ve itimadını da kaybeder. Müslümanların güven ve itimadına ihtiyaç duymayan, Müslümanların aşk ve şevklerinin kırılmasını mühimsemeyen, küfür ile iman sınırlarının kalın hatlarla çizilmesinden rahatsızlık duyan herkes Hürriyet ve İtilaf gibi tüm müşrik ve tağilerle iş tutabilir, hemhal olabilir, seçim ittifaklarına girebilir. Yalnız birisi de "Sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize" derse bu anlayış sahipleri gocunmasın. (Değişim Dergisi, sayı 19, Ekim 1994)
|